Yaratıcı Kafaların Hayatta Kalma Savaşı

İki gün önce, kardeşim Bahar'ın beni aramadığı, arayamadığı ilk doğum günümü kutladım. Erdem beni mutlu etmek için elinden geleni yapsa da, ben kendi moralimi yüksek tutmak için elimden geleni yapsam da bol baş ağrılı, buruk bir gün geçirdim.

Ertesi gün baş ağrım hala biraz devam ediyordu. Ama ilaç alıp kendimi dışarı attım. Münih'te yaşayıp da çoğu olanağından faydalanamıyor oluşundan dem vuruyordum. Ama bu kez çocukları bırakıp çıkmaya kendimi zorladım ve ne zamandır gitmek istediğim Modern Pinakotek'e doğru yola çıktım. O kadar uzun zamandır kendi başıma bir şeyler yapamıyordum ki yolda uzunca bir süre hangi müziği dinleyeceğimi bile seçemedim. Spotify listem Ozan'ın seçtiği "poop song" gibi şeylerle dolmuştu. Algoritmam allak bullaktı ve ben en son neyi sevdiğimi bile unutmuştum. Neyse, tuhaf şekilde nostaljik bir seçim yapıp önce Duman, ardından Pentagram açtım. Oradan Nick Cave'e geçtim. Evet, biraz acayip bir karma oldu. 

Müzeye aslında Picasso, Kandinsky gibi onca önemli sanatçının eserinin arasında Dali'yi görme hedefiyle gitmiştim. Bahar'a en çok ilham verenlerden biri olduğunu biliyordum. Onun yerine de dünya gözüyle bir ziyaret yapmak istedim; bilemiyorum, belki de mezar ziyareti yerine ortak sevdiğimiz bir eserin karşısında durmak ve bir zamanlar o esere bakıp benzer hisleri yaşadığımızı hatırlamak daha anlamlı gelmiş de olabilir. Hakkını vermek lazım; diğer eserlerin önünden insan şöylece bir geçiyor ama Dali'ye gelince kala kalıyorsunuz. Dibine girdim, fırça darbelerini görmeye çalıştım ama resim adeta bu dünyadan değil gibiydi. Teknik ve detaylarda bir süre kayboldum. Hatta öldükten sonra beynimiz bize rüya görür gibi bu tür karmaşık imgeler gösteriyor mudur acaba, tıpkı Tibet Ölüler Kitabı'nda bahsedildiği gibi, Bahar da böyle Dali'nin tablolarını andıran bir halüsinasyon okyanusunda gezinmiş midir, şimdiye gezisi bitmiş midir yoksa 40. günden sonra mı bitecektir gibi tuhaf sorular sordum.

Ardından, üst kattaki bu bölümü bitirdikten sonra kafeye inerken şöyle bir şey fark ettim: Sanat için sanat iyiydi, güzeldi, hoştu. Ama beni esas heyecanlandıran şey, aklımın takılı kaldığı bölüm, giriş katında, öyle pek de ciddiye alınmıyor gibi duran tasarım kısmıydı. Mimarlıktan başlayan süreç, endüstriyel tasarım taslaklarıyla devam ediyordu. Ünlü tasarımcıların yarım yamalak eskizlerine bakmak beni bitmiş eserlerden daha fazla heyecanlandırdı. O an kendimi ilk kez bu kadar, bir topluluğa aitmiş gibi hissettim. Daha önceki 'imposter' sendromumun yerini mütevazi bir farkındalık aldı. Neden mütevazi diyorum, çünkü bu satırları yazarken insanların kendimi özel sandığımı, kendimi oradaki ileri seviye mimarlar, tasarımcılar ve sanatçılarla denk gördüğümü düşüneceğini biliyorum. Hayır, denk değiliz. Ben de elbette bunun farkındayım. Ama elimizdeki malzeme aynı. Ha, onlar farklı bir çağda, farklı bir ortamda, farklı olanaklarla kendilerini geliştirmiş ve bu seviyelere gelmişler, ben o kıvamda değilim belki. Ama işte, diyorum ya, kökümüz aynı. Tasarımla ilgili en çok hoşuma giden şey, ortada bir sorun olduğunu fark eden kreatif beyinlerin konuya nasıl takılı kaldıklarını görmek oldu. Bir yaşam alanının kullanışsızlığına karşı almış eline kağıdı kalemi, "çok saçma oldu derler mi ya" demeden daha güzel ve daha kullanışlı bir alan tasarlamış kreatifin biri; daha önce denenmemiş bina şekilleri, koltuklar, hatta bardaklar ve kapı kulpları... Aklınıza ne gelirse, bugün kullandığımız pek çok araç, gereç, eşya, işte hep bu soruna takılı kalıp çözmeden rahatlayamayanlar tarafından geliştirilmiş. Gördüğümde, "la ben bunu üniversitede jüriye proje diye sunsam alay ederlerdi" dediğim derecede komik, saçma, yarım yamalak çalışmalar, eskizler, ilkokul çocuğu seviyesinde başarısız gözüken maketlerle karşılaştım. Bunların, dünyanın en ünlü müzelerinden birinde yer bulabilmiş olmasına ayrı şaşırdım. "Demek ki" dedim, "bir şeylere yanlış açıdan bakıyoruz." 

Peki, ne olmuş da bu insanlar üretebilmişler ama ben stres denizinde boğulacak gibi hissediyorum ve hiçbir fikrimi hayata geçiremiyorum acaba? Bir şeylere yanlış açıdan bakıyoruz demiştim, ama belki de yıllar içerisinde böyle bakmaya zorlanıyoruzdur? Ben pek çok kişinin aksine, çocukken hepimiz yaratıcıydık sonra odunlaştık görüşüne katılmıyorum. Çocukken de hatırlıyorum; biz Bahar'la oturup resim yapardık, bir şeyler tasarlardık, yazı yazardık. Diğer çocuklar ise (çoğunluk, muhtemelen %80) bahçeye çıkıp sosyalleşmeyi, top oynamayı daha fazla tercih ederdi. Özetle, hayır efendim. Yaratıcı kafalar, yani nöroçeşitli beyinler ile nörotipikler aynı hamurdan yapılmamıştır. Nokta. 

Şimdi Linkedin'e falan bakıyorsunuz, herkeste bir yaratıcılığa övgü safsatası almış başını gitmiş... Sorarsanız, eleman ilanlarında dünyanın en yaratıcı insanlarını ekiplerine topluyorlar, yaratıcılığa önem veriyor ve saygı duyuyorlar. Patronlar ekibime daha fazla kreatif kafa alsam diye yanıp tutuşuyor. Steve Jobs ve benzeri çağ dönüştürücü kişilerin özlü sözleri, kısa videoları, TedX konuşmalarından oluşan bir içerik bombardımanı altındayız. Herkes de yaratıcılık konusunda pek bilgili ki, bizlere gönderilerinde nasıl yaratıcı olunur diye akıl bile veriyorlar, sormayın... 

a) Hepiniz yalancısınız.

b) Yaratıcı kafaya sahip olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz. 

Bir üstteki paragrafta sorduğum soruya dönelim: "Ben neden stres denizinde boğulacak gibi hissediyorum?" Müzede gördüğüm bu tasarımcılar, bir şeyler ortaya koyabilmişken bana neden bu izin verilmiyor, veya ben kendime neden bu izni vermiyorum?

Bir ressam, heykeltraş, müzisyen ve daha pek çok yönüyle tam bir yaratıcı kafa olan, bana kendi yolumda gitmem için esin kaynağı olmuş sevgili Bahar, ölmeden birkaç ay önce şunu söylemişti: "Parasızlığı çok kafaya taktım, stres oldum, ondan vücut direncim düştü herhalde." Bunu söylediğinde henüz kanser olduğunu bilmiyorduk, gerçekten bir enfeksiyon olduğunu sanıyorduk. Ve son birkaç gün öncesinde, arkadaşımız Ayşe'ye hastane odasında şunları söylemişti: "Tek pişmanlığım, keşke parasızlığı bu kadar kafama takmasaydım da o son sağlıklı günlerimin tadını çıkarsaydım. Gezseydim, üretseydim..."

Elbette ki kanserin suçlusu tek başına ekonomik sorunların yarattığı stres değil. Ama şu noktayı kaçırdığımızı düşünüyorum; ömür kısa veya uzun olabilir. Bunun bir önemi yok. Ölümün en önemli özelliği, ne zaman geleceğini bilmiyor oluşumuz. O yukarıda bahsettiğim Linkedin gönderilerinde öve öve bitiremediğiniz Steve Jobs'a dönelim. Adam öldü, öldü! O da kanserden gitti. Ama aradaki fark ne, en azından bir şeyleri başararak, tatmin duygusunu yaşayarak gitti. Şimdi kimilerine ilham veren "Stay hungry, stay foolish" mottosunu savunmamı bekleyecek olduğumu düşünebilirsiniz, hayır, bu cümle bana ilham vermiyor, aksine sinirlendiriyor. Yaratıcı kafalar neden tarih boyunca açlığı seçmek zorunda kalmış, ailesini ve kendisini sefalete mahkum etmenin riskleriyle ve stresiyle mücadele etmek zorunda kalmış olsun?! Hani çok kıymetliydi yaratıcılık? Hani yaratıcı beyinlere çok acayip saygınız vardı? Hani dünyayı değiştiren bizlerdik? Hani yere göğe sığdıramıyordunuz bizi? Toplumun bu yaratıcı kafalarla ne alıp veremediği var ki onları böylesine bir sistemin içine hapsetmeye çalışıyor ve bu derece maddi sıkıntının altına sokuyor? 

Haydi, yukarıdaki seçeneklerde yalancısınız şıkkını es geçelim, herkesin çok iyi niyetle yaratıcılığın tam olarak ne olduğunu anlamadığından yürüyelim. Google'a "creativity" yazınca ne çıkıyor? Durun ben tahmin edeyim. Eli renkli boyalara bulanmış çocuklar, tuvalin önünde Fransız şapkasıyla duran insanlar. Muhtemelen kıyafeti de salopettir. Doğru tahmin ettim mi? 

Nörotipik insanlar, yaratıcılığı işte böyle görüyor: Renkli, eğlenceli, güldürürken düşündüren, ekibe neşe katan, sihirli değnekle şak diye sorunları çözen... Muhtemelen o her pazartesi yaratıcılığa övgü dizen gönderilerle yolumuzu aydınlatan (!) Linkedin patronları da yaratıcılık dendiğinde gözünde bunları canlandırıyor. Reklam ajanslarında çalışanlar, bilişim sektöründeki dahiler ve ressamlardan oluşan bir güruh: Yaratıcılar. Veya sektör adıyla, "kreatifler". 

Gelin ben sizi gerçeklerle yüzleştireyim. Yaratıcı kafaların bu saydığım basma kalıp önyargılarla uzaktan yakından alakası yok. Hatta tam tersi bırakın renkli olmayı, çok çetrefilli, kendimizi bile yoran, asla söz geçiremediğimiz bir zihin yapımız var. Biz, renkten çok karanlık görüyoruz. Olanı olduğu gibi kabul etmekte zorlanıyor, sorunlara çok ama çok sinirlenip işlemeyen sistemlere çözüm üretmek, hatta gerekirse onları bir hamlede yıkıp yerine daha iyisini yapmak için kolları sıvıyoruz. Çalışma şeklimiz düzensiz; bazen aylarca oturuyoruz, veya oturuyor gibi gözüküyoruz. Sonra aniden gelen bir enerji patlaması ve odaklanma gücüyle önümüzdeki işe sarılıyor ve uykusuz kalmacasına, hayatımızdaki diğer her şeyi bir kenara itmecesine, derinlemesine çalışma dönemine giriyoruz. Bu derin çalışma dönemi öyle tüketici oluyor ki, sonrasında yine hiçbir şey yapamama aşamasına geçiyoruz. Döngümüz böyle tekrar ediyor işte. Nörotipikler ise her gece yatıyor ve her sabaha tazelenmiş şekilde, aynı veya benzer enerji düzeyiyle ve odaklanma gücüyle başlıyor. Yaratıcı beyinler olan nöroçeşitlilerin 6 ay gece, 6 ay gündüz, kutuplarda yaşıyor gibi yönetilen enerji dünyasının aksine, onlar ekvatorda yaşıyor gibiler; her gün aynı güneş, düzenli mevsimler, her daim bol gıda, dengeli sosyal hayat. Gün içerisindeki tüm görevlerini "gerektiği kadar" odaklanarak, farklı görevler arasında geçiş yaparak, arada çıkıp çay molası verip sosyalleşerek ilerletiyor. 

Şimdi sorarım size; tamamen nörotipiklere yani çoğunluğa göre tasarlanmış bu ekonomik sistemde işleyen şirketlerin patronları, zaten çoğunluğu nörotipik olan mevcut çalışanlarından ve gelecekte işe alacağı kişilerden ne bekler? Tabii ki de sisteme uymalarını, ve evet, nörotipik olmalarını bekler!

Hiçbir patron, işte tam da bu sebeplerle yaratıcı beyinleri aslında sevmez. Hatta bence nörotipik çalışanlar da onlardan pek hazzetmiyor. Muhtemelen bu yüzden iş yeri dedikodularının bir numaralı aktörleriyiz. Tıpkı ilkokul çağlarında olduğu gibi, yetişkinliğimizde de alay konusuyuz. Bir insan kaynakları ekibinin ve bağlı oldukları patronların işe almayı en son seçeceği kişiler sakar, göz teması kurmaktan kaçınan, sosyal etkileşime girmek yerine önündeki işe "hyper-focus" denen şekilde odaklanan, tek bir konuya aşırı odaklanınca diğer konularda dikkat hatalarına sebep olan, odağını konudan konuya değiştiremediği için "multi-tasking" becerileri zayıf, hem telefona cevap verip hem karşısındaki müşteriye gülümsemeyi başaramayan, işe her geldiğinde yanlış tasarlanmış ve değiştirilmesi gereken sistemleri sorgulayan, patronların yanlışını işaret eden, toplantılarda aşırı direkt ve esas konuya odaklı oldukları için sosyal dengeleri, ast üst ilişkilerini, nükteleri, imaları algılamayıp çam deviren, dopamini az olunca hiç çalışamayıp, dopamini çok olunca mesailerden çıkmayan, her güne aynı dengeli ruh haliyle gelemeyen, seslerden, dokulardan, florasanlardan, resmi kıyafetlerden rahatsız olan, rahatsızlıklarını sürekli ekibe hissettirenlerdir. 

Biraz uzun mu oldu? Daha da uzatabilirim. 

Özetle, iş bulmamız zor. Görüşmelerde maskeleme denen teknik ile nörotipik taklidi yapmaktan başka çaremiz yok. İşe girdikten bir süre sonra gerçek yüzümüz ortaya çıkınca da o işte tutunmamız yine zor. Sevilmiyoruz. Beklentileri tutturamıyoruz. Kalıplara uymuyoruz. Otoriteyi, sistemleri sorguluyor ve egoları rahatsız ediyoruz. Belirli saatler arası ve her gün düzenli olarak, sistemi sorgulamadan, dengeli bir ruh hali ile çalışmayı başaramıyoruz. Tembellik dönemlerine ihtiyacımız var; derin şekilde dopamin şarjı yapmadan o çok hayran kaldığınız yaratıcı fikirleri çıkaran, yemeden içmeden kesilerek yoğun çalışabildiğimiz dönemlere giremiyoruz. Sürekli, her ay düzenli maaş getirecek tempo bize göre değil. Sistem, nöroçeşitlilere, yani yaratıcı beyinlere göre tasarlanmamış. Sistem bize para vermiyor. Sistem, bizi "stay hungry, stay foolish" demeye zorluyor. Sistem, bizi ekonomik strese sokuyor ve bu durum bizi yaratıcı olarak da çözüm üretemez hale getiriyor. En kıymetlimizi, tek becerimizi, bizi iyi hissettiren tek şeyimizi zamanla kaybediyoruz. Bu yol bizim motorumuzu, akslarımızı bozuyor. Tükeniyoruz. Çoğunluk gibi, aç, mutsuz, kıymeti bilinmemiş, yaratıcı becerileri körelmiş şekilde ölüyoruz. (Veya Dark Side'a geçip Hitler falan oluyoruz. Yapmayın.)

Yahu artık dürüst olun: Yaratıcı kafa istihdam etmek döt ister. Eğer bu döt sizde yoksa, gelin açık açık "ben düzenimi sarsan, otoritemi sorgulayan kimseyi ekibimde istemiyorum yeah" deyin, ya da susun ve boş boş "yaratıcılık rengarenk bi dünyadır, yaratıcılık çocuk kalabilmektir" tarzında içerik paylaşmayın sosyal medyanızda. Komik görünüyorsunuz. 

Diyeceksiniz ki o zaman kendi işini yapsın kreatif kafalar. O da zor... Benim eşimin düzenli işi var. Ama bu bile bana kafa rahatlığıyla freelancer olma lüksü tanımıyor. Yine stres altındayım, çünkü bu sefer de "satabilecek ve patronların sevebileceği" türden bir yaratıcı üretime mahkumum. Yoksa her ay ödemem gereken şeyler, benim yaratıcı becerilerimin yeniden canlanmasını, dopaminimin fullenmesini beklemiyor. Ne yapalım, sistem böyle işte... Baharcığım son dönemlerinde yaratıcı olarak tükenmişti. Maddi baskıyı her an üzerinde hissediyordu. Ben de ortaya çıkardığı eserlerden ve son dönemlerdeki sessizliğinden bunu anlıyordum; eski yaratıcı üretim neşesi kalmamıştı. Kendi işi, kendi atölyesi olmasına rağmen bunu yaşamıştı. 

Peki, müzede gördüğüm işlerin, başarılı isimlerin sırrı nedir? Maddi baskı olmadan yaratabilmenin verdiği o özgürleştirici zihin yapısı, ne yazık ki zaten aileden zengin olanlara ayrılmış bir lüks. Maddi baskı altındaki sanatçı ve tasarımcıların kaderi, bir noktada tükenmişlik sendromuna girmek, akıl veya beden sağlığını yitirmek ve erken yaşta gitmekle sınırlı kalıyor. Hikayemiz kısa bitiyor. İnsanlığın potansiyeli, bu saçma ekonomik düzen yüzünden ciddi anlamda baskılanıyor. Ha, "siz yaratıcılara artık ihtiyaç kalmadı, yapay zeka çıktı" diye düşünen bir güruh da var. Onları ne yapacağız esas?

Hep mi açlıktan kafayı yiyip kulağımızı kesmemiz gerekiyor? Veya illa zengin koca falan mı bulmamız lazım? 

Bu düzen ne zaman değişecek? 

Ya ben şimdi ne yapacağım? İşsizim, ama örneğin beynim şu anda bir kitap yazmaya karar verdi ve onu dinlemek zorundayım. Çünkü ben onu yönetmiyorum, o beni yönetiyor. Ama Nil, sorumlulukların var, iki çocuk, yabancı bir ülke, Almanca öğrenmen lazım, iş bulman lazım, freelance iş de araman lazım, çok şey var! I-ıh... Dinlemiyor. Adeta gökten bir vahiy geliyor, senin vücudunu kullanarak kendini ifade ediyor. Sen bir kuklasın; sadece o yaratıcı enerjinin içinden geçmesine izin vermen, teslim olman ve üretmen gerekiyor. Gel de bunu kapitalizme, patronlara anlat...

Bırakın patronları, ben bu beyin yapısının nasıl işlediğini, yaptığım şeyin hedeften sapma, dikkat dağınıklığı, sorumsuzluk veya tembellik olmadığını en yakınlarım dahil hiçkimseye tam olarak anlatamıyorum. Hadi, yeni mezun genç bir insanken hatanın bende olduğuna, olgunlaştıkça zihnime söz geçirip böyle şımarıkça isteklerimin kalmayacağına beni inandırmışlardı. Ulan 39 oldum. Seneye 40. Ne büyümesi? Ne değişmesi? Ben buyum! Üstelik, nörotipikler dünyasına uyum sağlamaya çalışmaktan tükenmiş bir haldeyim. 

Umarım bu yazıyla biraz olsun anlatabilmiş olmaya yaklaşmışımdır. 

Çözüm ne olabilir diye düşünüyorum. Şu bahsettikleri "universal basic income" (UBI) denen şey olabilir mi? Bilemiyorum...

Esenlikler diliyorum.

This article was updated on Mayıs 19, 2025

Nil Yalçınkaya

1986 İstanbul doğumlu, ama İstanbul ile alakası yok. Marmaris'te büyümüş.

2008 yılında Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İletişim ve Tasarım Bölümünden mezun olmuş.

2011 yılında evlenmiş. İki de oğlan doğurmuş. 

Daima bir şeylere aşırı kafayı taktığı dönemlerle yaşayan, aynı anda tek şeye ve derinlemesine odaklanıp detaylarda kaybolan; planları, rutinleri, odak noktası değiştirildiğinde müthiş strese giren; duyuları, duyguları hassas ve değer yargıları çok net olan, yalnız kalmaya ve tek çalışmaya hava ve su gibi ihtiyaç duyan. 

Bu yazılan özelliklerin sebebinin otizm spektrumunda (Seviye 1, eski adıyla Asperger) olmasından kaynaklandığını orta yaşlarında fark etmiş.

Özetle herkes gibi bir cins, ama kendi cinsleriyle anlaşabilen bir insan.